23 Şubat 2007 Cuma

Ekolojik Kriz Karşısında Organik ve Sürdürülebilir Tarım Sistemleri
Prof. Dr. Tayfun Özkaya,
Ege Üni. Ziraat Fak. Tarım Ekonomisi Bölümü –İzmir

Göllerimiz kuruyor. Meteorolojistler son 150 yılın en sıcak on yılının son oniki yılda olduğunu açıkladılar. Artık küresel ısınma görülebilir hale geldi. Dünyanın yok olup olmaması sadece sanayinin değil tarım üreticilerinin de elindedir. Çiftçilerimiz genellikle sanayinin tarım alanlarına verdiği zararı görür. Gerçekten ülkemizin birçok yerinde örneğin Trakya’da, Ege’de nehirlerin getirdiği sanayi ve kentsel kökenli kirlilik tarımı yok etmektedir. Ancak bu nehirlerin kirlenmesinde kimyasal gübreler ve ilaçların da rolü vardır. Ülkemizde bazı göller gübre ve tarım ilaçları yüzünden ölmektedir. Dünya’da tarım da kirliliğe ve küresel ısınmaya katkıda bulunmaktadır. Birleşmiş Milletler Gıda ve Tarım Örgütü FAO’nın 2000 yılında yayınladığı bir rapora göre tarımın dünya toplam sera gazlarının %20-30’unu ürettiği tahmin edilmiştir. Tarımın payı metan gazında %44 ve karbondioksitte %20’dir. Dünyanın yok olmasını istemiyorsak tarımda sistem sorununa ciddi eğilmeliyiz. Yönelmemiz gereken tarım sistemleri organik ve sürdürülebilir tarım sistemleridir.

Tarım sistemleri olarak kabaca bir uçta “endüstriyel tarım” bulunmaktadır. Bu sanayiye dayalı ilaç, gübre vb. kullanan tarım sistemidir. Bunu konvansiyonel tarım şeklinde adlandıranlar da vardır. Diğer uçta ise “organik tarım” veya ekolojik tarım denilen sanayiye dayanan girdileri (kimyasal ilaç ve gübreleri) kullanmayan tarım sistemi bulunmaktadır. Bunların arasında “sürdürülebilir tarım” daha doğrusu “düşük düzeyde sanayi girdisine dayalı sürdürülebilir tarım” bulunmaktadır(1). Bu sistemde temel olarak sanayiye dayalı girdiler olabildiğince azaltılmakta ideal durumda sıfırlanmakta ve daha çok tarım sisteminin kendi içinden ürettiği doğal gübreler ve ilaçlar kullanılmakta, entegre mücadele denilen kamuoyunun kabaca “böceği böceğe yedirmek” diye bildiği (aslında bakteri ve mantarların da birbirine karşı kullanılmasını, uygun nöbetleşme sistemleri gibi kültürel önlemleri de içermekte) daha bir çok teknik kullanılmaktadır. Ancak ülkemizde ve dünyada “sürdürülebilirlik” teriminin içi boşaltılmaya çalışılmaktadır. Endüstriyel tarımın biraz kontrollü biçimleri dahi sürdürülebilir olarak nitelendirilmektedir. Avrupalı, süpermarket zincir sistemleri kurmuş perakendecilerin geliştirdiği Europgap bunlardan biridir ve temelde endüstriyel tarım sistemini de içermektedir. Europgap sistemini sürdürülebilir tarım terimi içine sokmak yanlıştır. Şüphesiz denetimsiz bir üretime göre bu da tercih edilir. Bu karışıklığa bir son vermek gereklidir. Araştırmacılar dahil birçok kişi Türkiye’de bu iki uç arasında yer alan “sürdürülebilir tarım” seçeneğini görmemektedir. Kısacası bazılarının gördüğü gibi sadece organik tarım yoktur.

Organik tarım ve sürdürülebilir tarım seçeneklerini ileri sürdüğümüzde hemen bazıları “ama dünya’da açlık var” diye karşı çıkmaktadır. Dünya’daki açlık gıda üretiminin azlığından kaynaklanmıyor. Açlığın temel nedeni başta yoksul ülkelerdeki ve bütün dünyadaki (ABD ve gelişmiş diğer G7 ülkeleri dahil) yoksulların gelirinin düşüklüğüdür. Dünya’daki gelir dağılımının kötülüğüdür.

Dünya Sağlık Örgütünün kabullerine göre ortalama bir insanın günde 50 gram toplam protein, 17 gram kaliteli protein (bunun çoğu hayvansal besinlerden) ve 2000 kalori tüketmesi sağlıklı yaşaması için yeterlidir. Bu ölçütlere göre ortalama olarak ABD yurttaşı ihtiyacından iki misli fazla toplam protein, beş misli fazla hayvansal protein, iki misli fazla da enerji tüketmektedir. Bu verilerin kaynağı Birleşmiş Milletler Gıda ve Tarım Örgütüdür. Bunların ortalama olduğu, birçok ABD yurttaşının aç olduğunu da dikkate alırsak en zenginlerin ihtiyacının çok daha fazlasını tükettiğini ve şişmanlıktan patlamak üzere olduğunu belirtelim. İşin tuhafı Uganda gibi ülkelerde bile bir çok yıllık ortalamaların, çok fazla açık olmadığı gibi bir bilgiyi bize vermesidir. Şüphesiz bu ülkelerde de dağılım çok kötüdür ve milyonlarca insan açtır. Bir yandan da Avrupa Birliği gibi ülkelerde besin stokları artmakta veya süt tozları hayvan yemi olarak kullanılmaktadır. Bu verileri doğrulayacak şekilde Dünya gıda üretimi istatistikleri incelendiğinde Afrika kıtası hariç bütün kıtalarda kişi başına gıda üretiminin artmış olduğu görülmektedir. 1961’e göre 2004’de Dünya‘da kişi başına besin üretimi %34, ABD’de %41, Türkiye’de %6, Avrupa Birliğinin 15 ülkesinde %37, Asya’da %91 artmış, ancak Afrika’da %4 azalmıştır.

Eğer dünya’daki tahıl üretimi eşit olarak dağıtılırsa, kişi başına 330 kilo düşer. Bu enerji ihtiyacını karşılamak için yeterlidir. Problem zengin kuzey ülkelerinin kişi başına 600 kilo tahıl tüketmeleridir. Bunun önemli bir kısmı hayvan yemi olarak kullanılmaktadır. Aşırı hayvansal gıda tüketimi sorun olmaktadır.

Açlığın temel nedenleri eski tip emperyalizmin özellikle Afrika ülkelerinde kahve, pamuk gibi ürünlerin ekilmesini zorunlu tutması, yeni tip emperyalizmin ticaret yoluyla yarattığı sömürme, savaşlar, çatışmalar ve hastalıklardır. Örneğin kahvede tüketicinin ödediği fiyatın sadece %2’sinin kahve üreticisi köylülerin eline geçmesi ilginçtir. Kakao üreticisi köylerde çocuklar çikolatayı tanımamakta ve bu köylerde açlıktan insanlar ölebilmektedir. Rekabet denilen (aslında olmayan) şey bunları doğuruyor, üreticilere hiçbir şey getirmiyor. Türkiye’ye de böyle; bir şey getirmeyecek, o yüzden tabii ki biz tarımımızı şöyle bir üçgen içinde yapılandırmamız gerekir: Bir tarafında biyoçeşitlilik olmalıdır, biyoçeşitliliği koruyacak politikalar olmalıdır. Rekabet buna izin vermiyor diye biyoçeşitliliği yok etmeyi kabul edemeyiz. İkincisi; bölgesel yeterlilikler olmalıdır, yani bir bölge öncelikle orada üretilen ürünleri tüketmelidir. Bu sonuna kadar götürülmez elbette, örneğin Türkiye kahveyi ithal edebilir. Üçüncüsü ise; sürdürülebilir ve organik tarım seçeneklerini güçlendirmemiz lazım. Bunlar kendiliğinden olmaz, bir politika gerektirir. Bu gün de tersi bir politika işlemektedir. Örneğin şu anda Türkiye’de organik tarım nerede ise tamamen ulus ötesi büyük firmaların ellerindedir. Dünya ticareti 1970’li yılarda başlayan organik tarım, Türkiye’de Avrupa kökenli firmaların talebiyle 1984-1985 yıllarında başlamıştır. Ancak son yıllarda İç pazarda kıpırdanmalar görülebilmiştir.
Bu firmalar organik tarım üreten çiftçileri tam anlamıyla kıskaç altına almışlardır ve sömürmektedirler. Mesela; endüstriyel ürüne göre verdikleri fiyat farkını (yani primi) sıfıra kadar indirmişlerdir. Sadece bazı yeni ürünlerde fark vermeye yanaşmaktadırlar. Türkiye’de etkinlik gösteren dokuz kontrol ve sertifikasyon kuruluşundan yalnızca üçü Türkiye kökenlidir. Avrupa’da genellikle üreticiler ve kooperatifler organik tarım üreticisi sertifikası almaktadırlar. Türkiye’de ise sertifika alan üretici sayısı çok azdır. Kooperatif sayısı ise bir iki adettir. Sertifikaları ihracatçı firmaları üreticiler adına almaktadır. Sertifika çıkarmak için gereken masraflar küçük üreticilerin kaldıramayacağı boyutlardadır. Günlük harcırah için elemanlar 200-250 Euro almaktadır. Bir üreticinin sertifika almak için 1000-2000 YTL masrafı göze alması gerekmektedir. Organik ürün ihracat firmaları üreticilere eğitim getirdiklerini iddia etseler de bu daha ziyade organik tarıma başlarken ikna amacıyla yapılmakta, daha sonra bu eğitimler çok yetersiz düzeylerde, sorun çıkarsa çözmek amacıyla yapılmaktadır. Organik tarımda temel hedef olarak girdilerin işletmeden veya köy içinden sağlanması gerekirken organik gübre ve organik ilaç adı altında çeşitli ticari markalarla yeni bağımlılıklar yaratılarak organik tarımın ilkelerine ters bir yöneliş de bir süredir başlamış bulunmaktadır. Bazı köylerde yaptığımız görüşmelerde 15 yıla yakın süredir organik tarım yapan köylerde yeşil gübrelerin bilinmediği, bazı üreticilerin gizlice kimyasal gübre kullandığı, bir çoğunun da bitkilerini iyi besleyemeyerek verim kaybı ile karşılaştıklarını öğrendik.

Türkiye’de en son TUSİAD tarım raporunda da görüldüğü gibi başka bir yanılgı da, IMF, Dünya Bankası, Avrupa Birliği ve Dünya Ticaret Örgütünün önerdiği politikaların sonucu başta hayvansal ürünler, buğday, şeker pancarı vb. birçok ürünü üretemez hale geldiğimizde organik tarımda çok avantajlı olduğumuzdan dolayı kayıplarımızı bu alandan telafi edebileceğimiz şeklindeki görüşlerdir. Türkiye’de temel bir çok tarım ürününün üretilemez hale gelmesi ülkenin birçok yerinde tarım sistemlerinin çökmesi anlamına gelir. Bu çöküş kabul edilemez. Kaldı ki organik tarım hayvancılık olmadan yapılamaz. Diğer yandan organik tarım şu anda tarım ürünleri ihracatımız içinde çok küçük bir yer tutmaktadır ve bir çok üründe endüstriyel ürüne göre organik ürüne verilen sıfıra yaklaşmış primler nedeniyle üreticiye fazla bir avantaj da getirmemektedir. Bir çok şeyde olduğu gibi organik tarım da ülkemizde dışa bağımlı yapılmaktadır ve üreticiye dayanmaz. Ülkemizde köylüden gelen bir organik tarım hareketi yoktur, gelişme büyük yabancı şirketlerin kontrolü altındadır.
Diğer yandan gelir dağılımının bozukluğuna dayalı bir açlık görülse bile gene de bazıları organik ve sürdürülebilir tarımda verim düşüklüğü olacağı gerekçesi ile endüstriyel tarıma sıkı sıkı sarılmaktadırlar. Öncelikle endüstriyel tarıma profesyonellerin bağlılığının nedenlerinin birincisi eğitimleri sırasında şartlanmaları, diğeri ise güçlü tarımsal girdi üreten ve tarım ürünlerini işleyen tekellerin hegemonyaları ve sağladıkları maddi imkanlardır. Organik tarımın daha az verim sağladığı doğru değildir. ABD’de Rodale Enstitüsünün mısır ve soyada 22 yıl süren ve endüstriyel tarım (konvansiyonel) sistemi ile biri hayvan gübresi temelli diğeri baklagil temelli iki ayrı organik tarım sisteminin karşılaştırıldığı araştırmada verimlerin eşit olduğunu, ancak organik sistemlerde %30 daha az enerji, daha az su kullanıldığı ve hiç pestisit ve kimyasal gübre kullanılmadığını ortaya konmuştur. Organik mısır verimleri İlk dört yıl 1/3 oranında düşüktü. Ancak daha sonra organik sistemde verim daha yüksek olmuştur. Özellikle kurak geçen yıllarda baklagil temelli sistemde mısır verimi endüstriyel sisteme göre %22 daha yüksek bulunmuştur. Küresel ısınma açısından bu sonuçlar çok önemlidir. Hem verim alınmaya devam edilmektedir hem de toprak çok daha yüksek düzeyde karbondioksit absorbe etmektedir.

Türkiye’de gerçekten üreticiye dayalı bir organik tarıma ve sürdürülebilir tarıma ihtiyaç vardır. Tarım Bakanlığı başta, ziraat Fakülteleri, veteriner fakülteleri, orman fakülteleri bunu desteklemeli, tarım politikası bu gelişimi hızlandıracak şekilde değiştirilmelidir. Hatta bunun ötesinde tarımı, enerjisi, konutu, ulaşımı ile bütün yaşamı sürdürülebilir kılmayı amaçlayan permakültür hareketinin ülkemizde güçlendirilmesine ihtiyaç vardır.


(1) Bu sisteme ingilizce kısaca LEISA (Low External Input and Sustainable Agriculture) denmekte. Kelime kelime çevirisi “Düşük Dış Girdi ve Sürdürülebilir Tarım”’dır. “Dış”’tan kasıt tarım sistemi dışı, yani sanayidir. Düşük Endüstriyel Girdiye Dayalı Tarım için LEISA (Magazine on Low External Input and Sustainable Agriculture) adlı ücretsiz dergi takip edilebilir. www.leisa.info adresinden tüm makalelere ulaşılabilir. Makaleler ve yazılar her kesime yönelik olarak hazırlanmaktadır.


Prof. Dr. Özkaya'nın diğer makaleleri: www.tayfunozkaya.com/makaleler.html

Hiç yorum yok: