26 Şubat 2007 Pazartesi

Türk Tarımı Nasıl Tasfiye ediliyor?
Prof. Dr. Cihan Dura

Erciyes Üniversitesi İktisat Bölüm Başkanı

Meclislerin öyle kararları olabilir ki,

milletin hayatında tedavisi mümkün olmayan

zararlar meydana getirebilir.

Atatürk

Sık sık duyuyoruz : Türk tarımı tasfiye ediliyor. Bu bir görüştür, ancak doğru görünüyor. Ancak ikna olmamız gerek. Peki nasıl? gözlem yoluna başvurup inandırıcı kanıtlar toplayarak...

Okuduğunuz yazıda yaptığım budur.

I) NEREDEN NEREYE...

Önce geçmişle bir karşılaştırma yapalım.

Türkiye çok değil 25 yıl -ABD’nin ‘en büyük müttefikimizdi’ diyerek arkasından hayıflandığı Turgut Özal’ın meşum çıkışı- öncesine kadar tarımda kendine yeterli 7 ülkeden biriydi. Bugünse tam tersi bir durum söz konusu: Türkiye kendi kendini doyuramıyor. Pazarlarımıza ithal ürünler hâkim. Neredeyse tüm tarım ürünleri dışardan satın alınıyor. Somut örnek mi istiyorsunuz: Türkiye 1990’lara kadar pamuk ihraç eden bir ülke idi. Dünyanın 7. büyük pamuk üreticisiydi. Bugün 3. sırada..., ancak dünya pamuk ithalatçıları arasında 3. sırada!... Tütünde de durumumuz bundan farklı değil. 1980’de -yani Kenan Evren ve Turgut Özal felaketinden önce- 80 milyon baş hayvanla dünyada ABD’den sonra ikinciydik. T. Özal hükümetlerinin indirdiği darbelerle, hayvan sayımız yarı yarıya azalarak 40 milyona kadar geriledi. İhracat yapan ülke olmaktan çıkıp, hayvan ithal eden ülke konumuna düştük.

II) BİR SENARYO UYGULANIYOR

A) Türk tarımı epeydir ABD ile Avrupa Birliği’nin (AB) ablukası altında. Kuşatmayı fiilen “Korkunç Üçüzler”, IMF, Dünya Bankası ve Dünya Ticaret Örgütü (WTO) yürütüyor. Türkiye Ziraatçılar Derneği Genel Başkanı İbrahim Yetkin’in deyişiyle “çok planlı, programlı bir senaryo” söz konusu.

Bu senaryo nasıl bir Türk tarımı hedefliyor?

Yanıtı şöyle : Türk çiftçisi üretmeyecek; Türkiye tarım ürünlerini dışardan satın alacak. Kendi kaynaklarını kullanmayacak. Kapılarını yabancı sermayeye açacak. Tam bir açık pazar haline gelecek. Çiftçi yoksullaştıkça kentlere sürülecek, proleterleşecek. Bütün tarımsal KİT’ler ortadan kaldırılacak. Köy Hizmetleri Genel Müdürlüğü, Toprak Su, Ziraî Mücadele Karantina Genel Müdürlüğü; KİT’ler, örneğin Yem Sanayii, SEK, Et Balık, TEKEL,... satılacak, kapatılacak, küçültülecek, dağıtılacak; devlet desteği, kredi alamayacak, pahalı borçlanmaya itilecek.

Özetle ABD ve AB; daha doğrusu her ikisini yönlendiren Derin-Merkez; Türk tarımını zayıf, çaresiz, sürünür durumda görmek istiyor.

B) ABD ve AB Türkiye’ye “Tarımdan destekleri çek” diyor, neden? Çünkü Türkiye’yi sanayi ürünleri pazarı haline getirdikleri yetmezmiş gibi, aynı zamanda tarımsal ürün fazlalarını da satacakları bir pazar haline getirmek istiyorlar.

Nitekim 2000 yılında yürürlüğe giren, IMF dayatması istikrar programında Türkiye şu taahhütler altına sokulmuştur:

-Tarımı destekleme araçları tasfiye edilecek.

-Tarım ürünleri ithalatında koruma oranları düşürülecek.

Atatürk’ün “Efendimiz” diyerek önünde eğildiği köylümüz, IMF programlarında âdeta şöyle azarlandı: “Ben senin sektörünü serbest rekabete açıyorum. Ya başarırsın, ya da çiftini çubuğunu, toprağını bırakır, kentlere göç edersin.” Neden böyle yapıldı? Yukarda belirttim, Çirkin Batı bir taşla iki kuş vurmuş oluyordu: Birincisi, Türkiye’nin tarımsal üretimi yavaşlıyordu; böylece kendilerine pazar açılıyordu. İkincisi, tarlalar kelepir fiyattan satışa hazır hale getiriliyordu, tabiî yabancılara da!

Demek ki Türkiye’de tarım üretimi gelişmeyecek, hattâ düşecekti. Avrupa ülkeleri, Amerika Türkiye’ye kolayca tarım ürünü ihracatı yapabilsin diye! Böylece İngiltere, Almanya, Fransa, ve ABD parmaklarını bile oynatmadan -bizim dahilî bedhahlarımız sayesinde- kendi çiftçileri, kendi dev şirketlerine yeni pazarlar açmış oluyordu. Bir yandan da Türk köylüsü toprağını satacak derecede yoksullaşacak, kimsesiz ve çaresiz kalacaktı.

C) Peki sonuç? Tabii her zamanki gibi onların dediği oldu, hedeflerine ulaştılar.

Tarıma karşı düşmanca tutum, ilk 1980’li yılların başlarında, Kenan Evren ve Turgut Özal’ döneminde başladı. Hâin senaryo o tarihten günümüze parça parça uygulanarak, önemli ölçüde gerçekleştirildi. O tarihten itibaren bütün hükümetlerimiz, Sorosçu aydınlarımız, TÜSİAD ve benzerleri emperyalizmin bu hâin planını canla başla desteklediler, ona durup dinlenmeden harç taşıdılar.

Şöyle ki tarıma ilişkin bütün kararlar, ulus ötesi şirketlerin hizmetinde olan IMF ve Dünya Bankası’nın direktifleri doğrultusunda alındı.

Neoliberal politikalarla taban fiyatları sürekli düşük tutuldu. Sübvansiyonlar azaltıldı, hattâ tamamen kaldırıldı. Buna karşılık tarımsal girdi fiyatları yükseltildi. Çiftçi, bir geçiş aşaması bile tanınmadan serbest piyasanın vahşetine terkedildi. Ürün bedelleri zamanında ödenmedi. Köylü mahkemelere, icra kapılarına düşürüldü. Tarlasını, hayvanlarını traktörünü satmak zorunda bırakıldı. Yeni yatırımı engellendi, iflasa zorlandı.

Tarımın temel sorunlarından biri toprak parçalanmasıdır, önüne geçilmedi. Üretim planlaması yapılmadı. Tarımı kurtaracak çarelerden kooperatifçiliği engellemek için her yola başvuruldu.

Özelleştirmeler aldı yürüdü: Önce Et Balık Kurumu, arkasından üreticiye büyük destek sağlayan Ziraî Donatım, Şeker fabrikaları, Toprak Mahsulleri Ofisi, Tarım Satış Kooperatifi gibi kurumlar birer birer özelleştirildi. Çay tekeli, sigara tekeli kaldırıldı. İç piyasa yabancı şirketlere terk edildi.

Tarım sektörüne verilen destek her yıl biraz daha azaltıldı. Doğrudan Gelir Desteği (DOGED) uygulaması tarımı çok olumsuz etkiledi. Çünkü bu yoldan üreticiye değil, tapu sahibine, büyük arazi sahibine, rantiyeye destek sağlandı.

Bugün TARİŞ, FİSKOBİRLİK, Antbirlik, Trakya Yağlı Tohumlar Tarım Satış Kooperatifleri Birliği, Çukobirlik, Marmarabirlik gibi kooperatifler topun ağzında. Dahası, tarımı çok olumsuz etkileyecek olan Tohum Yasası çıkarıldı.

Hatırlatmakta yarar var: Bütün bu uygulamalar uzun uzun düşünülüp, Türkiye’nin ulusal çıkarları bakımından yararlı olacağı sonucuna varılıp da girişilmiş şeyler değil. Dünya Bankası istedi diye yapılıyor, IMF’den niyet mektupları yoluyla alınan talimatlar doğrultusunda, WTO ile yapılan antlaşmalar gereği yapılıyor.

6 Mart 1995 tarihli Gümrük Birliği Antlaşması da, tarımsal ithalatın önündeki bazı önemli engel ve kısıtlamaları kaldırdı. Canlı hayvan, et ve et ürünleri, süt ürünleri, sebze, meyve, un, irmik, şeker ve şekerleme, hazır yiyecek, tütün, pamuk ve birçok üründe gümrük vergileri sembolik düzeylere indirildi.

Neticede meydan ABD ve AB çiftçisine, Cargill gibi ulus ötesi şirketlere bırakıldı. Daha da korkuncu 19 Temmuz 2003’den bu yana yabancılara toprak satışı serbest bırakılmış bulunuyor. Bu sadece bir tesadüf müdür ey okur; köylümüzün tarlasını, toprağını satacak derekeye düşürülmesi ile, yabancıya toprak satışının serbest bırakılması uygulamasının eş zamanlı gerçekleştirilmesi sadece bir tesadüf müdür?

Ağaca baltayı vurmuşlar, ‘ahh, sapı benden’ demiş. Türkiye böylesine korkunç bir ihanet içinde. Atatürk Nutuk’ta “haricî bedhahlar”ın yanısıra, neden bir de “dahilî bedhahlar”dan söz ediyor? Dikkat isterim ey okur!.

III) PERİŞAN TARIMIMIZ...

A) Türkiye artık yeniden bir açık pazar... “Yeniden” diyorum, çünkü Osmanlı döneminde, 1800’lerin sonlarında da bunun bir benzerini yaşadık. Tarih okuyup da ders alan mı var?

Artık bir sürü yabancı tarım ürünü yasal ya da yasa dışı yollardan ülkemize rahatça giriyor, Amerika’dan, AB’den, Yunanistan’dan, İran’dan, Irak’tan, Suriye’den... Pazarlarımız sanki delik deşik, sanki birer kevgir ... Yabancı malları düşük fiyattan pazarlarımızda yerini aldıkça, tüketiciler de doğal olarak o mallara yöneliyor. Aracılar da fiyatların düşüklüğü sebebiyle, tezgâhlarında Türk çiftçisinin değil, yabancıların malını satmayı tercih ediyor. O zaman çiftçimiz zarar ediyor, çünkü ürettiği mallar elinde kalıyor. Rekabet edemiyor; çünkü dünyanın en pahalı mazotunu, en pahalı elektriğini, en pahalı tarım ilacını, en pahalı suyunu kullanıyor; maliyeti yüksek oluyor.

Çiftçi bu duruma bir dayanıyor, iki dayanıyor; sonunda pes ediyor, tarlasını çubuğunu satıp şehrin, kent varoşlarının yolunu tutuyor. Bütün bir Türkiye’yi hesaba kattığımızda her yıl yüzbinlerce köylü aç, işsiz, perişan, kentlere akıyor. Türkiye boş tarlalar, boş ağıllar ülkesine dönüyor.

Peki neden..., neden?

Çirkin Batı’nın senaryosu uygulanıyor da ondan. Bir de AB “tarımsal nüfusunu azaltacaksın” diye dayattığı için. Sormak lazım, bu Avrupalı çifte standartçılara ve onların teorilerini papağan gibi tekrarlayan bizim profesör kılıklılara : AB kendi tarımsal nüfusunu böyle mi azalttı? 10-15 yılda mı, yoksa 60-70 yılda, sanayileşe sanayileşe mi? (Bu konuda şu kitabıma bakınız: Sömürgeleşen Türkiye, İleri yayınları, ss.332-335. )

Görüyorsunuz, biz kendimizi kendi ellerimizle boğuyoruz âdeta. “Ellerimiz” dediğim hükümetlerimiz, Türkiye’de iktisadî kararları alanlar, bu kararların alınmasında etkili olan sözde bilim adamları, bürokratlar, kendisinden başka hiç kimseyi düşünmeyen, millî duruş ve yurtseverlik fakiri TÜSİAD gibi kuruluşlar...

B) Tarımımızın tasfiyesine dair birkaç anlamlı kanıt daha vereyim.

1) Söke, Gediz, Bakırçay ovaları bugün bomboş. Pamuk üretimi durmuş. Tarımsal girdi açısından Türkiye’nin en önemli bölgelerinden biri olan Karacabey’de de üretici tarlasını ekmiyor. İlçede kiraya verilecek tarla stoku oluştu. Ancak dönüp bakan yok. Ancak yabancılar ne güne duruyor. Yakında oraları da ele geçirmeye başlarlar. “Ak” Parti iktidarı Türkiye ekonomisinin üzerinden buldozer gibi geçti, özellikle de tarım sektörünün üzerinden. Çiftçimize “al ananı da git... Bu ülke size mi çalışacak” diyerek, onun hiçbir sorunuyla ilgilenmedi. Oysa ABD de, AB de tarımını yıllarca korudu, kendi kendine yeterli hale getirdi. İtalya, İspanya, Yunanistan gibi ülkelerde tarıma inanılmaz destekler veriliyor.

2) Türkiye dünya tütün ihracatında ilk beş ülke arasında yer alıyordu. Yaptığı ihracattan 500 milyon dolara yakın döviz geliri sağlıyordu. Sigara üretim tekeli kaldırılınca, yabancı sigara tekelleri girdi ülkeye. Bunların iç tüketimdeki payı sıfırdan yüzde 60’ların üzerine çıktı. Sonuç: Türkiye pamukta olduğu gibi tütün ithalatı da yapmaya başladı. Tabii başta Amerika’dan, sonra Yunanistan’dan...

3) Türkiye dünyanın bir numaralı fındık üreticisi konumunda. Ancak hükümetin verdiği inanılmaz düşük fiyatlar sebebiyle, fındık üreticisi zarar içinde, kan ağlıyor. “Ak” Parti, başbakan ve çevresi sadece tüccarın, ihracatçının, Avrupalı fındık alıcılarının çıkarlarını gözeten politikalar uyguluyor.

4) Eskiden Toprak Mahsulleri Ofisi (TMO) gerektiği an piyasaya müdahale eder, çiftçinin soyulmasını önlerdi. Şimdi öyle değil. Türkiye Ziraatçılar Derneği Başkanı İbrahim Yetkin’den dinleyelim: 2004’de çiftçimiz buğdayını 340 bin liraya satmıştı, 2005’de 280 bin liraya satmak zorunda bırakıldı. Eğer TMO alım yapsaydı, fiyatlar düşmeyebilirdi. Ancak Ofis piyasaya girmedi. ‘Benim görevim bu değil’ dedi. Çiftçiye ödeme yapmakta isteksiz davrandı. Cumhuriyet tarihimizde ilk kez buğdaya kota kondu. Peki, neden? Amaç şu: Usul usul, hissettirmeden çiftçiyi üretimden vazgeçirmek. İnce bir oyun yok mu burada?

Oyun başka politikalarla da güçlendirildi: Faizler yüksek tutuldu. Girdi destekleri kaldırıldı. “Nerede ucuzsa, oradan alırım” denerek bir ithalat furyası başlatıldı.

Bir hükümet, kendi ülkesinin, kendi insanının tarımını, böyle göz göre göre nasıl batırır? Bir meclis böyle korkunç sonuçlar doğuracak yasaları nasıl çıkarır?

SONUÇ

Bütün bu sunduğum kanıtlardan sonra, yazımın başta sorduğum soruya artık yanıt verebilirim : Evet doğru, Türkiye’de tarım tasfiye ediliyor.

Geçmişte ANAP, Doğru Yol, MHP, RP, DSP hükümetleri eliyle, bugünse A.K.P. hükümeti eliyle.

Peki neden bu böyle?

Çünkü kendi oylarımızla seçip Meclis’e yolladığımız vekillerimiz, iktidar olma yolunu açtığımız partilerimiz, başbakanlar ve bakanlar; yabancılara, AB’ye, ABD’ye tarımı tasfiye etmek için söz verilmiş olduğunu biliyorlar da ondan. İşin içinde tabiî TÜSİAD gibi artık gayrimillîleşmiş çevreler de var. Peki ne karşılığında bu taahhüt? Kendilerine iktidar yolunun açılması, iktidar koltuğunda rahat bırakılmaları, bazı ekonomik çıkarlarına dokunulmaması karşılığında... Adı geçen partilerden hangisi gelirse gelsin, kendilerini bu taahhütle bağlı sayıp verdikleri sözü uslu uslu yerine getiriyorlar.

Çiftçimiz, esnafımız Kasım 2002 seçimlerinde A.K.P.’ye oy vermekle bilmeyerek kendi idam fermanını vermiş oldu.

Önümüzdeki seçimlerde de yine aynı oylarla, bu sefer bile bile “Ak” Parti’nin idam fermanını eline vermesi gerekmez mi?

Ancak görünen o ki böyle olsa da, değişen fazla bir şey olmayacak.

Çünkü diğer büyük partilerin hiçbirinde o uğursuz taahhütleri yırtıp atacak inanç, hamiyet ve cesaret yok!

Meğer ki bir Atatürkçü şahlanış, bütün Türkiye’yi bir kasırga gibi sarmış olsun!

23 Şubat 2007 Cuma

Ekolojik Kriz Karşısında Organik ve Sürdürülebilir Tarım Sistemleri
Prof. Dr. Tayfun Özkaya,
Ege Üni. Ziraat Fak. Tarım Ekonomisi Bölümü –İzmir

Göllerimiz kuruyor. Meteorolojistler son 150 yılın en sıcak on yılının son oniki yılda olduğunu açıkladılar. Artık küresel ısınma görülebilir hale geldi. Dünyanın yok olup olmaması sadece sanayinin değil tarım üreticilerinin de elindedir. Çiftçilerimiz genellikle sanayinin tarım alanlarına verdiği zararı görür. Gerçekten ülkemizin birçok yerinde örneğin Trakya’da, Ege’de nehirlerin getirdiği sanayi ve kentsel kökenli kirlilik tarımı yok etmektedir. Ancak bu nehirlerin kirlenmesinde kimyasal gübreler ve ilaçların da rolü vardır. Ülkemizde bazı göller gübre ve tarım ilaçları yüzünden ölmektedir. Dünya’da tarım da kirliliğe ve küresel ısınmaya katkıda bulunmaktadır. Birleşmiş Milletler Gıda ve Tarım Örgütü FAO’nın 2000 yılında yayınladığı bir rapora göre tarımın dünya toplam sera gazlarının %20-30’unu ürettiği tahmin edilmiştir. Tarımın payı metan gazında %44 ve karbondioksitte %20’dir. Dünyanın yok olmasını istemiyorsak tarımda sistem sorununa ciddi eğilmeliyiz. Yönelmemiz gereken tarım sistemleri organik ve sürdürülebilir tarım sistemleridir.

Tarım sistemleri olarak kabaca bir uçta “endüstriyel tarım” bulunmaktadır. Bu sanayiye dayalı ilaç, gübre vb. kullanan tarım sistemidir. Bunu konvansiyonel tarım şeklinde adlandıranlar da vardır. Diğer uçta ise “organik tarım” veya ekolojik tarım denilen sanayiye dayanan girdileri (kimyasal ilaç ve gübreleri) kullanmayan tarım sistemi bulunmaktadır. Bunların arasında “sürdürülebilir tarım” daha doğrusu “düşük düzeyde sanayi girdisine dayalı sürdürülebilir tarım” bulunmaktadır(1). Bu sistemde temel olarak sanayiye dayalı girdiler olabildiğince azaltılmakta ideal durumda sıfırlanmakta ve daha çok tarım sisteminin kendi içinden ürettiği doğal gübreler ve ilaçlar kullanılmakta, entegre mücadele denilen kamuoyunun kabaca “böceği böceğe yedirmek” diye bildiği (aslında bakteri ve mantarların da birbirine karşı kullanılmasını, uygun nöbetleşme sistemleri gibi kültürel önlemleri de içermekte) daha bir çok teknik kullanılmaktadır. Ancak ülkemizde ve dünyada “sürdürülebilirlik” teriminin içi boşaltılmaya çalışılmaktadır. Endüstriyel tarımın biraz kontrollü biçimleri dahi sürdürülebilir olarak nitelendirilmektedir. Avrupalı, süpermarket zincir sistemleri kurmuş perakendecilerin geliştirdiği Europgap bunlardan biridir ve temelde endüstriyel tarım sistemini de içermektedir. Europgap sistemini sürdürülebilir tarım terimi içine sokmak yanlıştır. Şüphesiz denetimsiz bir üretime göre bu da tercih edilir. Bu karışıklığa bir son vermek gereklidir. Araştırmacılar dahil birçok kişi Türkiye’de bu iki uç arasında yer alan “sürdürülebilir tarım” seçeneğini görmemektedir. Kısacası bazılarının gördüğü gibi sadece organik tarım yoktur.

Organik tarım ve sürdürülebilir tarım seçeneklerini ileri sürdüğümüzde hemen bazıları “ama dünya’da açlık var” diye karşı çıkmaktadır. Dünya’daki açlık gıda üretiminin azlığından kaynaklanmıyor. Açlığın temel nedeni başta yoksul ülkelerdeki ve bütün dünyadaki (ABD ve gelişmiş diğer G7 ülkeleri dahil) yoksulların gelirinin düşüklüğüdür. Dünya’daki gelir dağılımının kötülüğüdür.

Dünya Sağlık Örgütünün kabullerine göre ortalama bir insanın günde 50 gram toplam protein, 17 gram kaliteli protein (bunun çoğu hayvansal besinlerden) ve 2000 kalori tüketmesi sağlıklı yaşaması için yeterlidir. Bu ölçütlere göre ortalama olarak ABD yurttaşı ihtiyacından iki misli fazla toplam protein, beş misli fazla hayvansal protein, iki misli fazla da enerji tüketmektedir. Bu verilerin kaynağı Birleşmiş Milletler Gıda ve Tarım Örgütüdür. Bunların ortalama olduğu, birçok ABD yurttaşının aç olduğunu da dikkate alırsak en zenginlerin ihtiyacının çok daha fazlasını tükettiğini ve şişmanlıktan patlamak üzere olduğunu belirtelim. İşin tuhafı Uganda gibi ülkelerde bile bir çok yıllık ortalamaların, çok fazla açık olmadığı gibi bir bilgiyi bize vermesidir. Şüphesiz bu ülkelerde de dağılım çok kötüdür ve milyonlarca insan açtır. Bir yandan da Avrupa Birliği gibi ülkelerde besin stokları artmakta veya süt tozları hayvan yemi olarak kullanılmaktadır. Bu verileri doğrulayacak şekilde Dünya gıda üretimi istatistikleri incelendiğinde Afrika kıtası hariç bütün kıtalarda kişi başına gıda üretiminin artmış olduğu görülmektedir. 1961’e göre 2004’de Dünya‘da kişi başına besin üretimi %34, ABD’de %41, Türkiye’de %6, Avrupa Birliğinin 15 ülkesinde %37, Asya’da %91 artmış, ancak Afrika’da %4 azalmıştır.

Eğer dünya’daki tahıl üretimi eşit olarak dağıtılırsa, kişi başına 330 kilo düşer. Bu enerji ihtiyacını karşılamak için yeterlidir. Problem zengin kuzey ülkelerinin kişi başına 600 kilo tahıl tüketmeleridir. Bunun önemli bir kısmı hayvan yemi olarak kullanılmaktadır. Aşırı hayvansal gıda tüketimi sorun olmaktadır.

Açlığın temel nedenleri eski tip emperyalizmin özellikle Afrika ülkelerinde kahve, pamuk gibi ürünlerin ekilmesini zorunlu tutması, yeni tip emperyalizmin ticaret yoluyla yarattığı sömürme, savaşlar, çatışmalar ve hastalıklardır. Örneğin kahvede tüketicinin ödediği fiyatın sadece %2’sinin kahve üreticisi köylülerin eline geçmesi ilginçtir. Kakao üreticisi köylerde çocuklar çikolatayı tanımamakta ve bu köylerde açlıktan insanlar ölebilmektedir. Rekabet denilen (aslında olmayan) şey bunları doğuruyor, üreticilere hiçbir şey getirmiyor. Türkiye’ye de böyle; bir şey getirmeyecek, o yüzden tabii ki biz tarımımızı şöyle bir üçgen içinde yapılandırmamız gerekir: Bir tarafında biyoçeşitlilik olmalıdır, biyoçeşitliliği koruyacak politikalar olmalıdır. Rekabet buna izin vermiyor diye biyoçeşitliliği yok etmeyi kabul edemeyiz. İkincisi; bölgesel yeterlilikler olmalıdır, yani bir bölge öncelikle orada üretilen ürünleri tüketmelidir. Bu sonuna kadar götürülmez elbette, örneğin Türkiye kahveyi ithal edebilir. Üçüncüsü ise; sürdürülebilir ve organik tarım seçeneklerini güçlendirmemiz lazım. Bunlar kendiliğinden olmaz, bir politika gerektirir. Bu gün de tersi bir politika işlemektedir. Örneğin şu anda Türkiye’de organik tarım nerede ise tamamen ulus ötesi büyük firmaların ellerindedir. Dünya ticareti 1970’li yılarda başlayan organik tarım, Türkiye’de Avrupa kökenli firmaların talebiyle 1984-1985 yıllarında başlamıştır. Ancak son yıllarda İç pazarda kıpırdanmalar görülebilmiştir.
Bu firmalar organik tarım üreten çiftçileri tam anlamıyla kıskaç altına almışlardır ve sömürmektedirler. Mesela; endüstriyel ürüne göre verdikleri fiyat farkını (yani primi) sıfıra kadar indirmişlerdir. Sadece bazı yeni ürünlerde fark vermeye yanaşmaktadırlar. Türkiye’de etkinlik gösteren dokuz kontrol ve sertifikasyon kuruluşundan yalnızca üçü Türkiye kökenlidir. Avrupa’da genellikle üreticiler ve kooperatifler organik tarım üreticisi sertifikası almaktadırlar. Türkiye’de ise sertifika alan üretici sayısı çok azdır. Kooperatif sayısı ise bir iki adettir. Sertifikaları ihracatçı firmaları üreticiler adına almaktadır. Sertifika çıkarmak için gereken masraflar küçük üreticilerin kaldıramayacağı boyutlardadır. Günlük harcırah için elemanlar 200-250 Euro almaktadır. Bir üreticinin sertifika almak için 1000-2000 YTL masrafı göze alması gerekmektedir. Organik ürün ihracat firmaları üreticilere eğitim getirdiklerini iddia etseler de bu daha ziyade organik tarıma başlarken ikna amacıyla yapılmakta, daha sonra bu eğitimler çok yetersiz düzeylerde, sorun çıkarsa çözmek amacıyla yapılmaktadır. Organik tarımda temel hedef olarak girdilerin işletmeden veya köy içinden sağlanması gerekirken organik gübre ve organik ilaç adı altında çeşitli ticari markalarla yeni bağımlılıklar yaratılarak organik tarımın ilkelerine ters bir yöneliş de bir süredir başlamış bulunmaktadır. Bazı köylerde yaptığımız görüşmelerde 15 yıla yakın süredir organik tarım yapan köylerde yeşil gübrelerin bilinmediği, bazı üreticilerin gizlice kimyasal gübre kullandığı, bir çoğunun da bitkilerini iyi besleyemeyerek verim kaybı ile karşılaştıklarını öğrendik.

Türkiye’de en son TUSİAD tarım raporunda da görüldüğü gibi başka bir yanılgı da, IMF, Dünya Bankası, Avrupa Birliği ve Dünya Ticaret Örgütünün önerdiği politikaların sonucu başta hayvansal ürünler, buğday, şeker pancarı vb. birçok ürünü üretemez hale geldiğimizde organik tarımda çok avantajlı olduğumuzdan dolayı kayıplarımızı bu alandan telafi edebileceğimiz şeklindeki görüşlerdir. Türkiye’de temel bir çok tarım ürününün üretilemez hale gelmesi ülkenin birçok yerinde tarım sistemlerinin çökmesi anlamına gelir. Bu çöküş kabul edilemez. Kaldı ki organik tarım hayvancılık olmadan yapılamaz. Diğer yandan organik tarım şu anda tarım ürünleri ihracatımız içinde çok küçük bir yer tutmaktadır ve bir çok üründe endüstriyel ürüne göre organik ürüne verilen sıfıra yaklaşmış primler nedeniyle üreticiye fazla bir avantaj da getirmemektedir. Bir çok şeyde olduğu gibi organik tarım da ülkemizde dışa bağımlı yapılmaktadır ve üreticiye dayanmaz. Ülkemizde köylüden gelen bir organik tarım hareketi yoktur, gelişme büyük yabancı şirketlerin kontrolü altındadır.
Diğer yandan gelir dağılımının bozukluğuna dayalı bir açlık görülse bile gene de bazıları organik ve sürdürülebilir tarımda verim düşüklüğü olacağı gerekçesi ile endüstriyel tarıma sıkı sıkı sarılmaktadırlar. Öncelikle endüstriyel tarıma profesyonellerin bağlılığının nedenlerinin birincisi eğitimleri sırasında şartlanmaları, diğeri ise güçlü tarımsal girdi üreten ve tarım ürünlerini işleyen tekellerin hegemonyaları ve sağladıkları maddi imkanlardır. Organik tarımın daha az verim sağladığı doğru değildir. ABD’de Rodale Enstitüsünün mısır ve soyada 22 yıl süren ve endüstriyel tarım (konvansiyonel) sistemi ile biri hayvan gübresi temelli diğeri baklagil temelli iki ayrı organik tarım sisteminin karşılaştırıldığı araştırmada verimlerin eşit olduğunu, ancak organik sistemlerde %30 daha az enerji, daha az su kullanıldığı ve hiç pestisit ve kimyasal gübre kullanılmadığını ortaya konmuştur. Organik mısır verimleri İlk dört yıl 1/3 oranında düşüktü. Ancak daha sonra organik sistemde verim daha yüksek olmuştur. Özellikle kurak geçen yıllarda baklagil temelli sistemde mısır verimi endüstriyel sisteme göre %22 daha yüksek bulunmuştur. Küresel ısınma açısından bu sonuçlar çok önemlidir. Hem verim alınmaya devam edilmektedir hem de toprak çok daha yüksek düzeyde karbondioksit absorbe etmektedir.

Türkiye’de gerçekten üreticiye dayalı bir organik tarıma ve sürdürülebilir tarıma ihtiyaç vardır. Tarım Bakanlığı başta, ziraat Fakülteleri, veteriner fakülteleri, orman fakülteleri bunu desteklemeli, tarım politikası bu gelişimi hızlandıracak şekilde değiştirilmelidir. Hatta bunun ötesinde tarımı, enerjisi, konutu, ulaşımı ile bütün yaşamı sürdürülebilir kılmayı amaçlayan permakültür hareketinin ülkemizde güçlendirilmesine ihtiyaç vardır.


(1) Bu sisteme ingilizce kısaca LEISA (Low External Input and Sustainable Agriculture) denmekte. Kelime kelime çevirisi “Düşük Dış Girdi ve Sürdürülebilir Tarım”’dır. “Dış”’tan kasıt tarım sistemi dışı, yani sanayidir. Düşük Endüstriyel Girdiye Dayalı Tarım için LEISA (Magazine on Low External Input and Sustainable Agriculture) adlı ücretsiz dergi takip edilebilir. www.leisa.info adresinden tüm makalelere ulaşılabilir. Makaleler ve yazılar her kesime yönelik olarak hazırlanmaktadır.


Prof. Dr. Özkaya'nın diğer makaleleri: www.tayfunozkaya.com/makaleler.html